“BİR ANNEDEN EĞİTİMCİLERE” “1983 Yılında Güneş Gazetesinde İsmail Cem’in köşesinde yayınlanan Âfet Erengezgin’in mektubu..” Eğitim sisteminde değişiklik yapılacağı sayın bakan tarafından açıklandığı sırada bir yazımız yayınlanmıştı. Özetle, bizdeki “sistemin” ezberci, içine kapalı, hoşgörüsüz kuşaklar yetiştirmeye dönük olduğunu belirtmiştik. Özellikle ilk eğitimin bütün dünyada çocuğa “sevgiyi” öğrettiğinden, insanları, tabiatı, okumayı ona sevdirdiğinden söz etmiştik. İlkokul karnesini almış çocukların televizyon ekranında ağladıklarını hatırlatarak, böyle bir “not” düzeninin artık sadece bizim ilkokullarımızda kaldığını belirtmiştik. Bu yazıdan sonra aldığımız mektuplardan birini, tüm eğitimcilerin ve özellikle “eğitim modelini yenileyeceğini” belirten sayın bakanın dikkatine sunmak istiyoruz. Mektubu gönderen okurumuz bir anne. Kendisi D.G.S.A seramik bölümü mezunu, eşi mimar. Çocukları dünyaya gelince onların tabiata yakın bir çevrede büyümesini istemişler. Marmara bölgesinin büyük bir kenti yakınlarındaki bir köye, çocuklarının “…doğanın kucağında, fizik ve ruh sağlığı bütünlüğü içinde yetişmeleri” düşüncesiyle, yerleşmişler. Okuyucumuz, “… derdimi anlayacak kişi bulamamın çırpınışı içindeyken, yazınız çıktı karşıma. Aynı hisleri farklı niteliklerle de olsa paylaşılması, küçücük yavrumun kırılan gururunu onarmamda bana güç verdi” diyor. Sözü kendisine bırakıyoruz: Bir sene ara ile kızım ve oğlum “zorunlu” eğitimlerine köy okulunda Bir senelik mücadele sonu, bu işi sıra ile annelere ve de çok tehlikeli soba yakma işini (birinci sınıf dahil) öğrencilerden alarak sıra ile babalara yaktırmayı başardım. Şimdi okul daha temiz ve çocuklar daha mutlu. Bu arada her şeyden yoksun olan, kendileri ile ilgili en ufak yaklaşımda gözleri ışıldayan bu yavrulara bir şeyler verebildiğimi hissettim. Başöğretmeni ikna ederek çocuklara resim dersi vermeye başladım. Sakın yanlış anlamayın, amaç onlara resmin nasıl yapıldığını öğretmek değildi şüphesiz. Onlara bugüne dek verilmeyene vermek. Kendilerine güvenmeyi, kendi kendilerini yönetmeyi, fikirlerini korkmadan söylemeyi, açığa vuramadıkları tüm duygularını, utanmadan söylemeyi, derslikte kahkaha ile gülmeyi, resim yaparken müziğin sesine uyup tempo tutmayı, bir coşkuyu paylaşmayı, üzüntüyü kağıda aktarmayı, kısacası arınmış bir ruh ile hayata bakmayı öğretmek. Evet uzun lafın kısası, karne zamanı geldi, çattı. Bu çabalarımdan ötürü, bana karşı bilenmiş dişler, küçük oğlumun karnesine saplandı, kaldı. İlkokul birinci sınıf ve daha ilk dönem. Üstelik altı yaşında, cin gibi bir yavru, ve de veryansın edilmiş bir karne. Karne almak için sevinçle koşan “o”, babasına ve bana göstereceği karnesinin hayali ile günlerdir uykusuz kalan “o” ve (anneciğim bu karne neden böyle ?) diye soran yine “o”.. Biz yavrumuzun yarasını sarabilen bir ana-babayız. Ya bundan da yoksun olan çocuklar ne yapsın?” Okuyucumuz, bazı okullarda ve eğitmenlerde var olabilen bu anlayışın özellikle kırsal kesimdeki sonuçlarına dikkati çekiyor. “karnelerdeki değerlendirmenin”, aile tarafından olağanüstü önemsendiğini, “okumuş adamlar böyle demiş, doğrudur mutlak” dendiğini belirterek, “bu tür karnelerin yargısına inanan velilerin okutmadığı binlerce talihsiz çocuğun sorumlusu kim” diye soruyor. Ve bir başka soruyla mektubu noktalıyor: “Dünyada, çocukların yüzünü güldürebilmek için, yepyeni yöntemler peşinde koşan devletler çoğalırken, çocuklarımızı ağlatmaya yönelik bir sevgisizliğe, bunca gayret neden?...” Afet ERENGEZGİN
|